Kediler Hata Yapmaz

Affetmenin ne kadar mucizevi bir şey olduğunu, birkaç sene önce keşfetmiştim. Hissettiğim ilk şey, daha sakin nefes almak oldu. Sonra, omuzlarımdaki yükün hafiflediğini, daha dik durduğumu fark ettim. İşe, kendimi affetmekle başladım: Evet, bir sürü hata yapmıştım ama kabul edelim ki hatalar, insanlar için… Örneğin, bir kedi hata yapmaz. Kediler, sadece kendi hayatına bakar. Kimseyi/kendini üzmez. Bu kabulleniş, işleri daha da kolaylaştırdı çünkü kendi hatalarımdan sonra, sıra, diğerlerinin hatalarını affetmeye gelecekti. Tam bu sırada, ruhumla zihnimin arasında bağır-çağır konuşan biri devreye girdi. Egom… Nefsim… Bencil duygularım… Adını sen koy işte, bunun çok da önemi yok. (O değil de öyle yüksek sesle bağırıyordu ki aklın şaşar. “Hayır! Aptallaşma! Sen, ona ne kadar iyilik yaptıysan; o, sana o kadar kötülükle karşılık verdi. Affetmeyeceksin!”

O bağırdıkça sinirlendim… Sinirlendikçe nabzım arttı. Omuzlarım düştü ve işte yine başa dönmek üzereydim. Hayatımın golünü, kendi egoma attım! Affetme fiiline bir şans verdim. Beni üzen herkesi tek tek düşündüm. (Hayır, üşenmedim.) Yaptıklarını… Sebeplerini… Bahanelerini vs.

Sonra büyük resim daha da netleşti. Tüm bunların tek bir açıklaması olduğunu fark ettim: Hepsi insandı ve egolarına yenik düşmüşlerdi. Yazık… Bir an durumlarına üzüldüm ve hatta -şaka yapmıyorum- hepsinin ivedilikle kendine gelmesi için dua bile ettim.

Bu grubu ise üçe ayırdım:

  • Hatalılar-1: Tamam, bana haksızlık yaptılar ama onları yine de seviyorum, affediyorum ve hepsi, halen hayatımdalar.
  • Hatalılar-2: Tamam, haksızlık yaptılar ama bu, onlardan nefret etmemi gerektirmiyor. Affediyorum ama buna rağmen bu gruptan uzak durmaya karar veriyorum.
  • Hatalılar-3: Tamam, bayağı büyük haksızlık yaptılar ama en azından bana da sağlam bir hayat dersi vermiş oldular. Artık daha dikkatli hareket edeceğime dair kendime söz veriyorum. Bu grubu, hayatımdan -tamamen- çıkarmak en iyisi. Affediyorum… Uğurluyorum… Konuyu kapatıyorum.

Sıra son şeye geldi: Derin… Çok derin bir nefes eşliğinde, neşeli bir “Oh!” çektim. Fazlasıyla keyifli hissettim, çok ciddiyim. Neden mi? Düşünsene, hayat denilen bu çılgın yolculuk sırasında beni yavaşlatan her şeyden ve herkesten kurtuldum. Yüklerimi hafiflettim. Enerjimi yeniledim.

Takdir edersin ki benim en büyük sunağım olan canım Türk kahvem hazır. Gidip kutlama yapmalıyım. Ben kahvemi içerken belki sen de bir mola verirsin ve seni üzen, yoran, yük olan herkesi bir güzel listelersin. Bir saniye! Listenin ilk sırasına kendini yazmayı unutmamalısın. Diğerleri biraz beklesin. Kendine bu iyiliği yap, bence bunu hak ediyorsun.

Şimdilik bu kadar yeter.

İlahi Adalet, Kedileri Teğet Geçer

Önceki mektubumda, affetmek ve dosyayı kapatmaktan bahsetmiştim ya hani? Bu mektubumda ise bu sürecin sonrasında ne yapabilirsin, onu konuşalım diyorum. Sen ne dersin?

Peki. Anlaştık. Hadi, kahvelerimizi alalım o zaman.

Şimdi sen önce kendini, sonra seni üzen/sinirlendiren herkesi affettin, gerekli dersleri aldın ve bazı kararları uygulamaya geçirdin, öyle değil mi? Harika!

Şimdi sırada “beklemek” var. Yok… Bahsettiğim, pusuya yatıp “Şimdi görelim bakalım, tüm bu kötülükleri nasıl ödeyeceksin?” diyerek beklemen değil. Senden, daha iyi bir insan olmayı sabırla beklemeni istiyorum. Pusuya yatmak, düşmanca tavırlar geliştirmene zemin hazırlar. Oysa tüm bunları, ilahi adalete teslim etmek ve unutmak, en iyisidir. Evet, kesinlikle unutmalısın. Seni temin ederim ki unutmazsan, geçmişte takılı kalacaksın. Sen, sadece kendi yoluna odaklanmalı, ruhsal gelişimini tamamlamayı seçmelisin. “Onun hak ettiği şey, cezalandırılmak… Ben affedeyim, tamam ama Allah affetmez.” dediğini duyar gibiyim. Bu cümleyi ve benzerlerini, hemen şimdi hafızandan silmelisin. Bana güven, lütfen: İnançlı olma ya da inançsızlık durumuna göre değişmeyen bir gerçek vardır; bu gerçeğe “İlahi Adalet” denir. Bu sistem -asla teklemeksizin- işler ama bir şeyi de unutmamalısın, dengelerin yerine oturması için önceden belirlenmiş bir zaman dilimi yoktur. Örneğin; gözyaşlarının üzerinden yıllar geçtikten sonra ya da sen, tam da olayı tamamen unutunca… Bilemem… Bildiğim şudur ki her şey, olması gerektiği zamanda olur. Bu, sana göre geç gelmiş bir cevap olabilir ama aslına bakarsan ilahi adalet, saniye teklemez. O an olmasının tek sebebi; o zaman diliminin, senin için en hayırlı an olmasıdır. Belki de “Ben demiştim. Gördün mü, haklı çıktım! Bu cezayı hak ettin.” Diyerek, aslında egona yenik düşmen istenmemiştir. Dedim ya, her şey senin iyiliğin… İyi kalman için. İnan bana, kötü niyetli ya da duyarsız insanlar için egona yenilmene değmez. Onlar için “iyilik yolundan” çıkmana da hiç değmez. Boşver. Bırak. Önüne bak.

İyilik, iyiliği çağırır. Bunun tadını çıkar. Kötülük yapan, bunu kendine yaptığının farkında bile olamayacak kadar zavallıdır. Sen, kendini de paralasan ona “Her şey döner-dolaşır, ayağına takılır!”ı anlatamazsın. Anlayamaz çünkü ruhu, egosu tarafından işgal edilmiştir. Tek bildiği, egosuna hizmet etmek, onun emirlerini yerine getirmektir.

Şu korkunç manzaraya baksana! Lütfen, çık o resimden. Oraya hiç yakışmadın. Hak ettiğin aydınlığa çıkmak için neyi bekliyorsun?

Hatırla: İyiler, her zaman kazanır. Türk kahvesi şahanedir.

Şimdilik bu kadar yeter.

1+1 ne zaman “1” eder?

Bu mektubumu, sıcacık bir bahar gününde, tam da Akdeniz’e karşı yazıyorum. Haliyle sana, iş hayatından ya da ekonomiden bahsetmem imkânsız… Evet, aşktan konuşalım diyorum. Sen ne dersin?
Beni bilirsin… Karışık denklemler, tuhaf stratejiler, ilginç oyunlar bana göre değil. Konu aşk ise formülüm gayet basit: 1+1= 1 Hepsi bu. Formüldekileri açıklayayım:
1= Sen, 1= Sevdiğin insan, Sonuç= Aşk.
Yine mi kuralları yok saydım sence? Doğru ya… Alışagelmiş aşk kurallarına baktığımda formül:
1+1+1+1+1…. sonsuz birlerolmalıydı. Yani, formüle kariyer uyumu, aile uyumu (çünkü tüm sülaleler birbirini tamamlamalı), memleket uyumu, dil/din/renk uyumu… ooof! Yüzlerce “uyum”eklenmeliydi. İnsanoğlunun aşk üzerine oynadığı bu oyun, bence en acımasız eylemlerden biri…
Hayır, adına örneğin anlaşmalı evlilik, sözleşmeli ilişki v.s. denilse hadi bir nebze kabul edilebilir de… Allah aşkına; sevgi, sadakat, aşk nasıl olur da -mesela- yaşanılacak evin oda sayısıyla denk tutulmaya gayret edilir?
Sen bari yapma, n’olur… Hayatındaki/kalbindeki insanın sadece ‘ruhunu’ görmeye çabala…
Kimseye bir şey ispat etmek zorunda değilsin çünkü kimse,  seninle 7/24 zaman geçirmiyor. İnan bana “uygunsuz ilişkin” üzerine, en fazla bir hafta kafa patlatacaklar… Sonra hepsi yine elektrik-su faturalarına sinirlenip, çay demleyecekler. Sen, seni 1’e tamamlayan, gözlerini parlatan o insana odaklan. Eğer o da seni seviyorsa (ki umarım öyledir) -seni temin ederim- bu, asla kaybetmemen gereken en değerli şeyin.
Onunla bir araya gelmelisin… İkiniz varken diğer hiçbir şeye/kimseye ihtiyacınız yok. Ama hatırla, zamanınız da yok. Hayat koşar adım uzaklaşırken birilerini mutlu etmek için yok olmanıza, tükenmenize gerek yok. Kendini güçlü hisset. Savaş zırhlarını giy. Yolun uzun… Her şeye hazırlıklı ol.
Bu savaşın, kendi mutluluğun için olduğunu da unutma. Buna değer!
Pekâlâ… Aşk gurusu olmadığım kesin ama eğer şu an savaşmaya karar verirsen, bence en doğru adımı atmış olacaksın. Hatta bakarsın bir sonraki mektubumda “savaş sonrası yapılacaklar” üzerine iki kelam ederim.
Lütfen, mutlu olmak için elinden geleni yap…
Yine görüşelim.
Şimdilik bu kadar yeter.

Adaletsizliğe, sömürüye, kirliliğe..

.. daha yakından baktım: Ortalarda dolaşan bir canavar, kötülükle dolmuş korkunç yüzler, siyah bulutlar göreceğimi sanmıştım ama sadece bir şey gördüm… Kendimi!
Giysi dolabım neredeyse patlamak üzereydi. Buzdolabım öyle doluydu ki soğuk hava akımı sağlanamıyordu.
Ayakkabılarımı ortadan kaldırmak için evimin kilerini işgal etmiştim. Arkadaşlarımla buluşmak için organizasyon yaparken ilk düşündüğüm şey, mekanın “pahalı, seçkin, lüks” olması gerektiğiydi çünkü ne kadar çok para harcarsam, o kadar prestijli olacaktım. Ha bu arada, işe gitmek için asla toplu taşımayı kullanmıyordum. Kendi otomobilim vardı ve egzozundan çıkan kara dumanlar eşliğinde -gerekirse 3 saatte- ama mutlu bir şekilde yolculuk ediyordum.
Burnum hep havadaydı -öyle olması gerekiyordu-. Hem zaten etrafa baktığımda; herkes üzgün, sinirli, endişeli görünüyordu. Kimseye selam verme zahmetinde bulunmuyordum. Kimsenin; arkadaşlarımın, karşı komşumun, apartman görevlisinin nasıl olduğu umrumda değildi. Çevremdekilere ne kadar soğuk ve mesafeli davranırsam, prestijim o kadar artacaktı. Tam da bu sebepten bir hayat felsefesine gönül verdim:
“Ezilme, ez!”
Bana benzemeyen herkesi hor gördüm. Mesela.. Sarışınlar zeki olamazdı. Kızıllar kesinlikle “aykırı” insanlardı. Siyah saçlılar “eh işte”ydi. Garsonlar kaba, şoförler ezik, çöpçüler pis, fakirler iğrenç insanlardı!
İnsanları hor gördükçe onlardan tiksindim. Bu sürecin de havalı bir ismi vardı: “Ötekileştirme”. Tüm bunları geçmiş zaman kalıbında anlatmamdan dolayı da artık değiştiğimi düşünme, lütfen. Sürecimi başarıyla tamamladım ve bir üst
basamağa çıktım:
Çok şükür artık insanlık denilen gereksiz, saçma, yorucu olgudan tamamen sıyrıldım. İnsani duygularımın hepsini törpüledim. Buna paralel olarak görüntüm de değişti. Artık şu Japon robotlarına benziyorum. Mimikleri olmayan, hisleri körelmiş bir robot..
Çok şükür, benim gibi milyarlarcası var. Geçen hafta sonu, şehrimin en seçkin, en pahalı mekanında pazar kahvaltısı yaparken, bir yandan da gazete okuyordum. Orada bir cümle dikkatimi çekti, dakikalarca güldüm:
“İnsanların yüreğinde sevgi yeşermedikçe; yeryüzündeki adaletsizliği,
sömürüyü, kirliliği ortadan kaldırmaya, hatta azaltmaya olanak yoktur.”
Hayatımda böyle saçma ve komik bir şey duymadım..
Pekala, ben arkadaşlarımla buluşacağım. Son haftaların bir değerlendirmesini yapmam lazım… Kim daha fazla gönderi paylaşmış, kimin gönderileri daha çok beğenilmiş; rapor çıkarmalıyım.
Lütfen, bir sonraki görüşmemize kadar mümkün olduğunca tüket, tüket, tüket.
Maddi-manevi her şeyi tüket.
Şimdilik bu kadar yeter.

Beslenme alışkanlıklarını değiştirmeye ne dersin?

Hayır.. Kızartmalar, hamur işleri ya da sağlıksız yiyeceklerden bahsetmiyorum.
Umutsuzluk, stres, karamsarlık ve türevlerinden bahsediyorum. Hadi ama… Bu kadar gizem yeter. Ruhunu beslediğin zararlı her şeye veda etmeyi düşünüyor musun? Bence bu konuya zaman ayırmalısın. Şu sosyetik terim neydi?
Hah! Detoks!
Tamam. Kastettiğim şey: Ruhsal Detoks.
Bir dakika.. Sanırım daha sempatik bir isim buldum: Ruhsal Arınma.
Yol arkadaşım, ruhunu yoran her şeyden kurtulmalısın. Yüklerini atmalısın. Bu işe de -bence- olumlu düşünme ve sevgi bilincine geçişle başlayabilirsin.
Elle tutulur bir örnek olması adına, şunu hatırlatmama izin ver:
Hani çok ağır yemekler yediğinde, yemeğin ardından soda ya da Türk kahvesi içersin ya? Sırf midenin yükünü hafifletmek için yaparsın bunu.
Esasında ruhsal arınma işlemi de buna benziyor. Pekala.. Bunu ruhsal arınmaya nasıl entegre edebileceğine bir bakalım:
Sakin bir müzik.. Derin nefes alma egzersizleri.. Üzüntü/stres/umutsuzlukları önce bertaraf etme (ya da en azından görmezden gelme), sonra bunların yerine mutluluk/ sakinlik/umutları yerleştirme. İlk adımın; olumlu düşünmek/yazmak/konuşmak olmalı tabii. Kendini biraz daha zorla ve günlük yaşantına biraz daha neşe katmayı dene.
Hep derim: Hiçbir şey yapamıyorsan, kulaklığını tak ve yürüyüşe çık ya da komedi film arşivini geliştir.
Bence süper bir plan bu!
Güne umutla başlamayı dene.. Gözlerini açtığın her yeni günün anlamı şudur:
“Dünyanın seninle olan işi henüz bitmedi!”
O halde sen de anlaşmaya uy. Daha önce dediğim gibi hiçbirimiz, bu dünyaya acı çekmek için gelmedik. Biz, bu harika yere; eğlenmek, bir şeyler üretmek, insanları/dünyayı sevmek vs için geldik. (Lütfen, cümlelerimi okudukça, her
hücresinden mutluluk fışkıran bir insan hayal etmeyi bırak. Tabii ki benim de sağlam sıkıntılarım/üzüntülerim var ama tüm bu olumsuzluklara bakış açım ve tepkilerim, seninkilerden biraz daha farklı.)
O halde neden acı/üzüntü/stresten besleneceksin ki? Ortalama 60 yıl gibi kısa bir süreyi, tüm bu gereksiz yüklerle boşa harcamanın bir anlamı yok bence.
Daha fazla mutluluktan kimse ölmemiştir, öyle değil mi? Neşeli şarkılar güzeldir.. Çiçekler harikadır.. Ailenle geçirilen zaman, tadından yenmez? E o zaman?
Ruhunu daha sağlıklı şeylerle beslemen için son çağrı..
İyi yolculuklar.
Şimdilik bu kadar yeter.

Özellikle o iki kediye dikkat!

..
“Eğer aynı anda iki farklı insanmışsın gibi davranırsan; bir süre sonra, büründüğün karakterler birbirine çelme takar!” dedi ve ben o dakikadan sonra filmi seyretmeyi bıraktım. Hayır, şahane bir hayat dersi aldığım ve kalanına ihtiyaç duymadığım için değil; yapılacak çok daha önemli bir işim vardı.
Pekala.. Geçen kış aylarının birinde, sana maskeler ile ilgili –her zaman olduğu gibi- acayip etkileyici bir mektup yazmıştım. Bu film repliği de mektubumun üzerine çilek sosu dökmek gibi oldu. Ben sevdim bu cümleyi, sen de –bana
kalırsa- dikkate al.
..
Gayet iyi bildiğin üzere, samimiyet, en hassas olduğum konudur. Böyle söyleyince, insanların aklına her nedense “Herkes iyi ve güler yüzlü olamaz ki…” gibi tuhaf bir savunma cümlesi geliyor. Oysa ben, safkan samimiyetten bahsediyorum: Kötü karakterli olabilirsin. Bencil ya da cimri.. Çok iyi kalpli, hatta inanılmaz yardımsever olman muhteşem olur. Fakat tüm bu saydıklarımın özünde samimiyet yoksa, bence hiçbir şey olamazsın ve esas sorun tam da burada başlar çünkü maalesef artık o gereksiz girdaba kapılmışsındır:
Örnek-1: Esasında oldukça bencil bir insanın, -birtakım çıkarlar uğruna- fedakar görünmesini ama işi bitince, özüne dönmesini ele alalım. Hadi diyelim birkaç kere bu oyun işe yaradı, e hep mi böyle gidecek? Tabii ki hayır. Efsane repliğimizde de belirtildiği üzere, bir süre sonra bencil karakter, diğer karakterle kavgaya tutuşacak. Biri, diğerini devirecek. Eh haliyle de, Örnek-1’in gerçek yüzü ortaya çıkmış olacak. Hadi buyur, buradan yak! Şimdi Örnek-1 kardeşimiz
kime zarar vermiş oldu sence?
..
Tam da şu anda biraz mola verip, azıcık ağır takılmaya karar verdim. Şöyle ki.. Karakterin; dünya üzerindeki hiçbir insan, iş, ortam ya da benzeri bir şeye göre şekil almamalı. Eğer bazı şeylerin törpülenmesi, değiştirilmesi ya da geliştirilmesi gerekiyorsa; bunların tamamı, huyların olmalı. Yani karakterinin minik parçalarından bahsediyorum. Küçük dokunuşlardan pek zarar gelmez, hatta tam tersine, hayatın daha da güzelleşebilir. Şunun gibi mesela; “Bundan sonra sinirliyken yalnız kalmaya çalışacağım. Sanırım bu, sorunlarımı çözmeme yardım edebilir.” ama şu değil “Esasında ben çok sinirli bir insanım ama en iyisi kendimi tutup etrafıma gülücükler yağdırayım. Hiç değilse beni psikopat gibi
görmezler!”.
..
Nerede kalmıştık? Evet, örnek kardeşlere göz atıyorduk.
Örnek-2: Özünde çok yumuşak kalpli bir insanın, kalp kırmamak için herkese/her şeye “evet” demesini inceleyelim şimdi de.. Bizim pofuduk kardeşimiz, herkesin, her dediğini onaylasın. Kimseye itiraz edemesin, olur mu? E dünyadaki herkes de yumuşak kalpli insanımıza layık olmayacağına göre -tahmin ettiğin üzere- eleman bir süre sonra yorulacak. Haliyle bu kardeşimizin, hayır demeyi öğrenmesi gerekmez mi? Kendini savunmak için sert mizaçlı/kolayca reddeden insan rolüne girmesine gerek bile yok; biraz törpü, biraz tavır değişikliği oldukça iyi ve yeterli olacak bence.
Sanırım beni çok iyi tanıyor olmanın verdiği rahatlıkla artık mektuplarımı istediğim yerde bitirebiliyorum. Tahmin edersin ki Türk kahvemi içmeli ve FBI’ın kafasını karıştıracak düzeydeki analiz ve iletişim yeteneğimi, insanlığın
hizmetine sunmaya gitmeliyim. Bu arada, az kalsın söylemeyi unutuyordum… Geçenlerde yeni bir şey keşfettim: Kahvenin yanında pofuduk şekerlerden -markasını sen tahmin etmelisin-, tüketebilirsin. Tabii ki o paketi marketten satın almak yerine, son derece değerli bir çift elden alman da şahane olur; denemende fayda var.
Pekala.. Son günlerde gökyüzü resmen çıldırdı! Lütfen, daha dikkatli yaşa. Bu sıralarda kendine çok daha iyi bakmalısın; hasta olmanı kesinlikle istemem.
Ayrıca kuş sürüsü geçerken dilek tutmayı ve kedileri sevmeyi de unutma.
Bir ara yine görüşelim.
Şimdilik bu kadar yeter.

“Gökyüzü, hava, toprak…

“Gökyüzü, hava, toprak…
Bu gürültüden bir cam gibi kırılmak üzere!”
“Lontano, Grange”
***
Gözlerimin bu kadar iri ve buna karşın, ellerimin de oldukça küçük olmasının sebebini buldum.
Kahvemi alıp geliyorum.. bekle lütfen.
***
Yoktan var edilme aşamasında, ilk sıranın ruhlara ayrıldığına inanıyorum. Ruhların genel ortalamasına göre bedenler yaratılıyor bence. Bu düşüncemi baz aldığımda, sıra bana gelince şöyle denildi muhtemelen: “Bunun gözleri iri olsun ki görüş açısı geniş, gördükleri daha derin olsun. Buna mukabil, elleri -ortalamadan- daha küçük boyutta olsun ve böylece saatlerce yazı yazmaktan yorulmasın.” (Öyle böyle tuhaf bir hayal dünyam yok, farkındayım.) Pekâlâ. Ruhsal-fiziksel tanıtımımın ardından, sıra geldi asıl meseleye.. Uzay teknolojisi
mühendislerini geride bırakacak bir analiz yeteneğine sahip gözlerimin ve onları harekete geçiren kutsal beynimin son raporunu açıklıyorum:
Gerçek, sakindir! Aşk, nefret, iletişim, küslükler, sevgi ya da aklına gelecek her şey; ne kadar sakinse, o kadar gerçektir. Tüm hissettiklerinin, söylediklerinin ya da yaptıklarının sakinlik oranı, sana saf ve doğru “hakikat verisini” sunar.
İstersen kendi deneyimlerini hatırlamaya çalış ya da hemen şimdi etrafına bir bak… İlk birkaç dakikada bile bir sürü balonla karşılaşacaksın. Tabii haliyle ve her zaman olduğu gibi niyetim sana iddiamı kabullendirmek ve gururdan kabarmak değil. Şu an tek bir derdim var: Sana, gerçek ve olması gereken çıkış noktasını göstermek.
Canını sevdiğim, pek muhterem yol arkadaşım.. Çıkış noktan, sakinlik. Evet. Salt sakinlikten bahsediyorum. Her ne yapacaksan, yap.. Değerli keyfin bilir elbette ama lütfen, sakin hareket et. Abartılı söylemlerden, bağrış-çağrış aşk iletilerinden, ciğerini patlatan kavga diyaloglarından, her anını yazmak ve paylaşmak zorunluluğundan uzak dur, lütfen. Dünya zaten yeterince gürültülü ve -seni temin ederim- bu gürültü, asıl ve en büyük düşmanımız. Herkes, ruhundaki her şeyi, yaşadığın her anı bilmek zorunda değil. Bunlardan ne kadar bahsedersen, -inan bana- hepsinin değeri aynı oranda azalıyor.
Dışarıya bir bak. İster pencerenden, istersen bilgisayar ekranından bak.. Sanki kocaman bir uzay gemisindeyiz ve kâinat ne kadar sessiz ve sakinse, geminin içi o kadar gürültülü. Kimse, bir diğerini duymuyor. Kimse, diğerlerini dinlemiyor; herkes sesini duyurmak için bağırıyor ve son nokta: Kaos.
Bitmek bilmeyen, kulakları sağır edecek kadar gürültülü, karanlık bir karmaşa ortamı. Bu geminin içinde, insanların büyük çoğunluğu abartılı davranışlar sergiliyor: Sancılı ve şiddetli(?) aşklar, aşırı şiddet, bağırarak akıtılan gözyaşları… Sırf diğerleri duysun/görsün diye yapılan her şey! (Hah! Tam burada senin de gözlerin ‘Eveeeeeeeet!’ diye ışıldadı, valla hissettim.)
Aynı şeyi mi düşündük acaba? Hani “Kocişimle pazar kahvaltısı keyfi” diye bağıran, bu ulu ve kalpleri fetheden kahramanlığını -yaklaşık üç bin- yemek masası fotoğrafları ile taçlandıran ablamızın sahteliği..
“Sen vatan hainisin. Şuradaki eşcinsel. Tam sağ köşedeki beyaz bereli ise gerçek bir faşist!” diye celallenen ve çığlık ata ata ülkeyi kurtaran abimizin sahteliği..
“Ben gerçek bir hayvan severim, tamam mı? Bi’ kere yavru kedilere kıyamam.” diye yaptığı sevgi gösterilerini, yine -yaklaşık on bin- fotoğraf ile süsleyen ama bu fotoğrafların -ortalama bin tanesinde- gözümüze çarpan kürkünü gizleme gereği duymayan kızımızın şirinliği.. aman! Sahteliği diyecektim.
Eh… Gördüğün üzere, “Ortalara çıkıp insanların gözüne sokmaya çalıştığın her şey, en az senin duyarlılığın ve hislerin kadar sahte!” derken pek de haksız sayılmayız. (Şu andan itibaren, seninle bir ekip olduk. Tebrik ederim.) Hadi arkadaşım.. Sakin sakin gidelim buradan. Bu gemide daha fazla kalmak istemiyorum. Sen bavulunu toplayana kadar ben de birer kahve yapayım. Zaferimizi kutsamak için Türk kahvesinden daha iyi sunak düşünmüyorum.
Gidelim çünkü şimdilik bu kadar yeter.

Bir de bakmışsın, Michel de Montaigne ile edebiyat tokuşturuyorum..

Seni, haftalar önce bıraktığım yerde yeniden bulmak öyle güzel ki… Na’ber? Bu arada.. Muhabbete başlamadan önce, senden kahve rica edebilir miyim, lütfen? Kavanozun dibine kadar baktım ama zerre kahvem kalmamış.
..
Pekala.. Madem hazırız, konuya girebiliriz. Kendini övme/eleştirme derdi olmaksızın söylüyorum; beynimin bi’ değişik (!) koştuğunun farkındayım. Sana uğramadan az önce, kendimle ilgili yine oldukça değişik bir şeyi fark ettim: Ölüm olayının –eninde sonunda- gerçekleşeceği fikrini seviyorum. İnsanların büyük bir kısmının bundan rahatsız olduğunu kabul edersek, konuyu “yine ben ve yine benim bir tuhaflığım” diye özetleyebilirim… Evet. Beynimde fırtınaların koptuğu, kalbimin türlü türlü duygularla coştuğu, konuştuğum, sustuğum, ağladığım, yazdığım milyonlarca dakikayı düşünüyorum. Her ne yaşayacaksam, bir gün hepsi sonlanacak. Bu, asla karşı gelemeyeceğim bir olay. O halde, olayın olumlu tarafını yakalamam lazım: İyi/kötü herkes ve her şey, benimle birlikte toprağa girecek. Yani demem o ki şu an kendimi –deli gibi- parçalamak yerine, yapabileceğim en iyi şey tam da bu anı hissetmek. Sanırım bu kararı uygulamaya başladığım ilk zamanlardan beri, hayat daha kolay ve kabul edilebilir oldu. Sadece yaşadığım ana odaklandığımda, o an etrafımdaki her şey/herkes ve -tabii ki- hissettiklerim, çok daha gerçek, oldukça fark edilebilir
şeylere dönüşüyorlar.. ciddiyim. Örnekler dizisi: Güzel bir günse “Ay! Yarın bu tatil bitmiş, güneş gitmiş olacak!” demek aklıma bile gelmiyor ve sadece o ana odaklandığım için hakikaten daha da fazla eğleniyorum… Bir sorun yaşadığımda ise “Bakalım, bu konuyu nasıl halledebilirim?” moduna giriyorum ve sanırım sakin kalmanın ödülü olarak sorunları daha rahat çözebiliyorum.
Ben, ölümün sadece bedene dair olduğuna ve ruhun, sonsuza kadar yaşayacağına inanan bir şahısım. Bu inanç, işlerimi daha da kolaylaştırıyor, biliyor musun? Şöyle ki -örneğin- haksızlığa uğradığımda “Pekâlâ, seninle zamanı geldiğinde nasılsa mutlaka hesaplaşacağız’ diyorum ve dosyayı -ileri bir tarihte açmak üzere- rafa kaldırıyorum. O an, beynimi nefret ile yormak ve sinirden duvarlara kafa atmak yerine -mesela- kalbimi, Stevie Wonder’ın “Part Time Lovers” isimli muhteşem eseri ile coşturuyorum. Vallahi ne dert kalıyor, ne stres… “Sen zalimsen, ben de az serseri değilim, sevgili hayat!” diye boşuna söylemiyorum, anlayacağın.
Kendi dünyamdan çok bahsettik, sanırım biraz da seninle ilgilenmeliyim.. Sana “Her şeyi/ herkesi boş ver, ölümlü dünya işte!” diye arabesk bir yaklaşımla gelmediğimi çok iyi biliyorsun. Yalnız not almanda fayda var; -kimin dediğini şimdi hatırlamıyorum ama- hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, ancak ahmakların işi. Bizler ölümlüyüz, kendimizi uzaya fırlatmamız, okyanusların altına siteler kurmamız ve hatta atom çekirdeği çitlememiz, hiçbir işe yaramayacak.
Pasaportundaki vize süren bitince, gerekli evrakları teslim edip gitmen gerekecek. Üzülme, bence çok daha iyi bir yer seni bekliyor ama o yere gidene kadar lütfen, hayatını gereksiz yere zehirlemek yerine, bavulunu güzel şeylerle doldur.
Mesela benim bavulum; -daha şimdiden- derin mutluluk, aşk, kahve, pofuduk şeker, Bach senfonileri, patates kızartması, Beşiktaşım’ın golleri, sevdiklerimin sesleri, annemin börekleri ve şimdi sayamayacağım binlerce güzel şey ile
dolu. Takdir edersin ki bavulumda tüm bunlar için son ana kadar yer var/olacak. Hadi, sen de bavuluna bi’ çeki düzen ver, bence buna değer.
Pekâlâ, şimdilik bu kadar yeter. Gitmeliyim.
Yine görüşelim.