Kirazlardan bahsetmeyi unutmuşum…

Bugün hava ne güzel, değil mi? Eminim bu hava sayesinde sen de harika hissediyorsundur. Evet, senden farklı değilim; güneşli havalara bayılıyorum! Neyse… Gelelim ziyaret sebebime: Buradayım çünkü hem bir konuda fikrini almak hem de birtakım hayallerimden bahsetmek üzere, sana yazmaya karar verdim. Müsait misin?

Şey… Konuya nasıl gireceğimi bir an bilemedim ama dur… Hallediyorum…

Aklına bazı tuhaf düşüncelerin üşüştüğü oluyor mu? N’olur olsun çünkü bu konuda yalnız olmadığımı bilmeye ihtiyacım var. Bana mutlaka hayallerinden ve aklına doluşan aykırı fikir ve düşüncelerden bahsetmelisin! Bu konuda anlaştığımızı var sayıyorum ve halihazırda şu an kalemi elime almışken -senin için sakıncası yoksa- kendi tuhaf düşüncelerimi seninle paylaşmak istiyorum.

Bana birkaç dakika izin vermelisin, kahvelerimizi hazırlayıp geliyorum.

Pekâlâ, yıllardır birlikteyiz ve beni artık sade Türk kahvemin yanında yuttuğum tuhaf ve karmaşık duygu, düşünce ve hayallerimle birlikte kabul etmenin mutluluğunu yaşıyorum. Bu nazik kabul edişlerin sayesinde sana, içimi rahatça açabiliyorum.

Hazır yeri gelmişken… İyi ki varsın.

Tamam, tamam. Duygusal devam etmeyeceğiz, söz. Sana, bir şey sormaya geldim: Sence hayvanlar, ağaçlar, toprak ve sebze-meyveler konuşsaydı, dünya nasıl bir yer olurdu? Bunu hiç düşündün mü bilmiyorum ama mesela ben, böyle bir dünyada kedilerin sürekli çemkirdiğini, çileklerin her daim dans ettiğini, pırasaların sürekli zıpladığını, kuşların hiç durmadan konuşup habire bir şey anlattığını, ağaçların, ibretlik hikayeler anlatıp durduğunu, toprağın ise yaptığı gerekli uyarılar sayesinde üzerinde gezenlerin dikkatli olmasını sağladığını ve böğürtlenlerin de hiç uyumadan şarkı söylediklerini hayal ederim.

Yine ben, yine benim NASA’yı kıskandıran beynim ve beynimin bana hediye ettiği uzay teknolojisinden bile havalı hayal dünyam. Evet ama bu sefer yalnız değilim! Dün akşam Cansu ile konuşurken (Cansu’yu, böğürtlene benzetirim) “Böğürtlenler konuşsaydı ne güzel olurdu, değil mi? Hep şarkı söylerlerdi.” dediğimde, gayet doğal bir şekilde “Evet yaa… Keşke böğürtlenler konuşsalardı, harika olurdu!” diyen Cansu, aslında farkında olmadan bana, bu mektubu yazmam için ilham oldu. Pekâlâ, bir ara Cansu’ya teşekkür edersin ama şimdi gelelim asıl meselemize:

Tamam, herkes oturup böğürtlenleri şarkı söylerken hayal etmesin; bu zaten imkânsız olurdu ama ne var yani, insanlar çoğunlukla neşeli, yumuşak, pofuduk, tatlı ve güler yüzlü olsalar ve hayatın, tek bir atışlık olduğunu, önemli olanın gerçekten “iyi” insan olmaya çalışıp dünyanın, doğanın ve kendinin dengesini bozmadan makul bir şekilde yaşamanın gerektiğini hep hatırlasalar? Bunun olması için kendine bir şans veren insanların, böğürtlenlerin şarkı söylediğini duyduğuna ya da güneşin sıcacık gülümsediğini gördüğüne dair yemin bile ederim ve o insanları gerçekten çok seviyorum çünkü işte bu insanlar sayesinde çilekler, kediler, ağaçlar -kısacası- insanların dışında kalan tüm dostlarımız, çok daha heyecanlı, mutlu ve huzur içinde yaşayıp gidiyorlar.

Huzursuzluk, mutsuzluk, kavgalar, bunalımlar, kötü hisler ve hırslı söylemlerden o kadar sıkıldım ki… Galiba bu sebeple etrafımda sürekli böğürtlene benzeyen insanlar istiyorum. Onlarla bulutların üzerinde piknik yapmak, denizin üstünde bisiklete binmek, toprağın altında kedi sevmek ya da ağaçların tepesinde uyumak istiyorum.

Efendim? Ha, affedersin… Yine hayallere daldım ve “gerçek” dünyaya dönmek zorundayım, değil mi? Tamam, burada bırakıyorum. Gidip bulaşıkları yıkayayım madem.

Yine görüşelim; seninle buluşmak, bana çok iyi geliyor.

Şimdilik bu kadar yeter, o halde.

Evde Ekmek Yapanlar Derneği tarafından linç edilmemek dileği ile…

***

Beynimin, sadece kelimeleri kaydetmesi, benim için hem avantaj hem de aynı zamanda dezavantaj oluyor. Bana söylediğiniz her cümleyi, üzerinden yıllar geçse de net bir şekilde hatırlıyorum ama mesela kokularınızı, ellerinizi ya da kedileri sevip sevmediğinizi unutabiliyorum.

***

Hayatım boyunca çok fazla insan tanıdım ve bu sayede hem neden çoğunlukla yalnız kalmak istediğimi daha iyi anladım (kendimi, bu konuda çok fazla eleştiriyor ve kendime çok kızıyordum) hem de esasında bu insanlar sayesinde ön yargılarımdan neredeyse tamamen kurtulup herkesin farklı olduğunu ve insanların, kendi dünyalarında debelenip durduğunu idrak ettim.

Merak etme, burada oturup sana “Bak, ben aslında masumum. İnsanları anlamaya çalıştım ve onları daha fazla sevmek için kendimi zorladım.” demeyeceğim. İnsanların farklı oluşu, benim, insanlara karşı olan iflah olmaz sevgisizliğimi azaltmadı çünkü insanların, bu farklılıklardan beslenmek yerine, kendinden farklı olan diğer insanları küçük gördüğünü de şu fani gözlerimle gördüm ve muhteşem beynim de değerli analizleri ile bunu destekledi.

Bugün sana, yıllar önce bir hastane odasında muhabbet ettiğim genç bir kızdan duyduğum cümleleri yazmak için uğradım. Bu cümleleri, beyninin bir köşesine kaydetmeni öneririm çünkü bu sözler, eminim seni de oldukça derinden etkileyecek.

Dış görüntüsü diğer genç hanımlardan farklı, saç rengi bir değişik, kıyafetleri de görüntüsünü destekler şekilde oldukça marjinal olan bu genç hanım; birkaç gün içinde gireceği bir ameliyata hazırlanıyordu. Hazırlık dediği de kitap okumak ve günlük yazmakmış, o ayrı mesele…

“Sen hiç beyninin gürültüyle çığlık attığını, dışarı çıkmak için kafatasını zorladığını ve dediklerinin yapılmadığında vücudunun tamamına ağrı ve acı bombaları yolladığını deneyimledin mi? Eğer bilim insanları, bu acıyı, laboratuvar ortamına taşıyabilselerdi… Mesela, şırıngalarını kullanıp beynimden o ağrı ve acı bombalarını çekseler ve minik şişelere doldursalardı… Sonra da insanlara enjekte etselerdi… Sana yemin ederim, büyük çoğunluk, bu acı ve ağrıdan kafayı yerdi.

Bazen, ağrı nöbetleri sırasında kendimi kaybediyormuşum. En çok zoruma giden de duvarları yumruklamaya çalışmam oldu çünkü o kadar aptalım ki eğer vücudumun başka bir yerine acı verirsem bu lanet beyin ağrısını unutabileceğimi düşünüyorum.

Yirmi üç yaşındayım ve ölmek istiyorum.

Evet, ben kesinlikle ölmek istiyorum çünkü bu ağrılara ve acılara dayanamıyorum ama bu şekilde beynime yenik düşmüş ve aciz bir şekilde ölmek yerine, kendi seçtiğim anda ve sessizce gitmek istiyorum. Hayallerimi, umutlarımı ve birkaç anımı benimle birlikte gömsünler istiyorum.

Ne var, biliyor musun? Aslında beni en çok yoran şey, beynim değil; insanlar. Kemoterapi sırasında karşılaştığım, tanıdığım-tanımadığım herkesin “Sen çok güçlü bir kızsın.” demesinden bıktım. Ben güçlü değilim! Benim canım çok yanıyor, anlayabiliyor musun? Canım çok acıyor… Ben, buna dayanamıyorum.

Güçlü olsaydım, dayanırdım.

Topuklarıma batan iğnelerden, ellerimi delerek damarlarıma ulaşan serumlardan o kadar sıkıldım ki…

Güçlü olsaydım, bunlara da dayanırdım.

Dayanamıyorum. Direnemiyorum.

Aslında ailem, arkadaşlarım, sevdiğim her şey ve kalbimi teslim ettiğim adam için direnmeye çalışıyorum ama kusuruma bakmasınlar, yapamıyorum.”

***

Muhabbetimizin en başında da söylediğim gibi şahsıma sarf edilen hiçbir kelime ya da cümleyi asla unutmam ve beynimin içi yüz binlerce cümle ile doludur. Bunların içinde her hatırladığımda yüzümü güldüren cümleler olduğu gibi aklıma geldikçe beni gerçekten sinirlendiren, üzen ya da canımı sıkan cümleler de bulunmakta. Demem o ki beynimin içi, gerçek bir cümle mezarlığı ama konumuz bu değil…

Senden; kibirden ve kendini ölümsüz sanma sanrından kurtulmanı, en azından birkaç şımarıklığını törpülemeni ve kendini, birilerinin esiri yapmadan, sadece kendin olarak onaylamanı isterdim ama bu, benim haddime değil. Bunu, ancak sen isteyebilir ve hayatına geçirebilirsin. Ben ancak tavsiye ederim ve biliyorsun, tavsiyemi beğenmezsen bana her zaman iade edebilirsin.

Efsane bir tavsiyem daha var: Şu malum virüsten dolayı evde kalmaktan mütevellit, bunalımdan bunalıma koşan ve kendini hapiste hisseden tayfadan biriysen de az önce cümlelerini paylaştığım o genç hanımdan biraz ilham alabilirsin. Büyük kitleler halinde kafayı yemeden önce, insanların birçoğunun aslında ne kadar ciddi zorluklarla savaştığını, bu savaşlardan ise çok az bir kısmının galip çıktığını; insan kitlelerinin üzüldüğü, ağlayıp zırladığı ve hayatlarını cehenneme çevirmesine izin verdiği bir sürü şeyin/olayın, bu insanlar için sadece gülüp geçilecek birer küçük detay olduğunu bilselerdi, muhtemelen evde ekmek yapmak suretiyle “hapis” hayatını renklendirmeye çalışmak yerine, şu andan itibaren hayatının kalanı için muhteşem bir “mutlu olmaya çalışacağım” programı yazarlardı.

Siz insanlar… Beni yoruyorsunuz ama buna rağmen bütün iyilik meleği modum ve içten sevgimle sizin için bir şeyler yapmaya çalışıyorum.

Hayır, inanma. Tamamen uydurdum. Halen büyük çoğunluğunuzu sevmiyorum ve sonsuza kadar yalnız kalmayı tercih ediyorum. Bu cümleleri de hastane odalarında ölmek için bekleyen ya da yaşama tutunmak için direnen, kollarındaki serumlardan sıkılmış, beyaz tavana bakarak hayal kurmaktan yorulmuş, tatsız hastane yemekleri yerine pizza yemenin hayalini kuran, acılarının hafiflemesi için sevdiği insanlarla zaman geçirmek adına doktorlardan izin almak zorunda olan, ağrı-acı nöbetleri sırasında vücudunun her hücresine sağlam küfreden ve böylece intikam aldığını düşünüp rahatlayan binlerce hastaya hediye ediyorum.

Sen de git hamur mayala, ev hapsindeyken ne kadar çok acı çektiğini sergilemek için video çekip paylaş, ne bileyim işte parasızlıktan, maaşının yetmemesinden ya da hoşlandığın zat-ı muhteremin seni umursamamasından vs dolayı bunalıma gir. Onu da ben mi söyleyeceğim? Sen kendin halledersin ya, sana güveniyorum. Eminim ki bunalıma girmene yardımcı olacak binlerce harika bahaneyi, saniyeler içinde bulabilirsin.

Hadi bakalım, kolay gelsin.

Bir ara görüşürüz diye tahmin ediyorum.

Şimdilik bu kadar yeter.

Kokina seven, kızıl saçlı bir kadının hikayesi…

Kızıl saçlı bir kadından bahsedeceğimi söylediğimde bu kadının, ben olduğunu sananlar olabilir diye önlemimi baştan alayım: Hayır, kendi hikayemi yazmayacağım; başka bir kızıl saçlı kadının, Juju diye çağrılan, muhteşem bir kadının hikayesini yazacağım.

(Bir yerlere not almalısın: Ben, papatya severim ve ayrıca dünyadaki tek kızıl saçlı kadın da ben değilim.)

Pekâlâ, bu konuyu da açıklığa kavuşturduğuma göre Juju’dan bahsetmeye geçebilirim. Daha önce de söylediğim gibi muhtemelen dünyanın en orijinal ve muhteşem kadınlarından biri olan Juju, Nişantaşı’ndaki evinin penceresinden dünyayı izleyerek ve zamanının çoğunu, hayatını disipline edip, bu arada bir de hem kendini hem de insanlarını çok severek nefes alan bir kadın oldu. Buraya kadar pek bir orijinallik göremediysen, sabırlı olmanı öneririm çünkü asıl meselemize henüz gelmedik. Neyse… Dünyadaki birçok insanın aksine, Juju, yalnız kalmaktan hiç korkmadı. Hatta, her sene belli dönemlerde mutlaka yalnız başına yaşadı ve eşini, ailesinin geri kalanını ve birkaç dostunu sadece uzaktan seyretti. Bu kadar güçlü, sabırlı ve yapıcı olmasının sebebinin, bu “yalnız” zamanlar olduğunu düşünüyorum çünkü rafine hayatının her anının; planlı, ince düşünülmüş ve estetik olmasının en büyük sebebinin, kendini çok iyi tanımasına sebep olan bu “herkesten uzak” tavrına bağlıyorum. Gün içinde ve rüyalarımızda bile hiç susmayan iç sesimizi duymazdan gelen bizlerin aksine; Juju, her zamanki dinginliği ve sessizliği ile mikrofonu, iç sesine teslim etti. İç sesi anlattı, Juju dinledi ve günler ya da haftalar sürecek bir arınma sürecinin baş kahramanı oldu.

Juju, öyle muazzam bir disipline sahipti ki O’nun için çok sıradan ve basit bir düzen, sizler için ütopik ve hatta ulaşılmaz olabilir; o kadar ciddi bir disiplinden bahsediyorum işte! Dinginlik, özgür kalma ihtiyacını doyurmuş olmak, disiplin ve rafine yaşamanın sözlükteki karşılığı olan bu hanımefendinin, kokina çiçeğini sevmesine de şaşırmamak gerekir. Tıpkı Juju gibi kırmızı, minik, güçlü, sağlam kökleri olan ve köklerine saygı duyan, yılın en soğuk zamanlarında yeşermekten korkmayan ve kimseye ihtiyaç duymadan ayakta kalmayı başarabilen bir çiçek olan kokina da -bence- sadece Juju’ya ve Juju gibi kadınlara yakışırdı.

Şimdi, senin önünde öncelikle Juju’ya ve sonra da O’nun gibi sıradanlığı, öylesine yaşamayı, birilerinin beğenmesine ve onaylamasına ihtiyaç duyduğu için kendinden ödün vermeyi, özgür olmak yerine, birilerinin ya da bir şeylerin kölesi olmayı ve öz disiplinine emek harcamak yerine kolaya kaçmayı reddedip; hayatını, büyük bir azim, inat ve çalışkanlıkla güzelleştiren, özgür, güçlü, kendini seven ve kendine saygı duyan kadınlara, en sevdikleri çiçeklerin kokusunu gönderiyorum.

Seni temin ederim ki hayat, bu kadınlarla ve bu kadınları seven, destekleyen ve onlarla birlikte güzel bir dünya yaratmak için emek harcayan erkeklerle güzel.

Pekâlâ, gitme vaktim geldi.

Şimdilik bu kadar yeter.

Bana, heyecanımı geri veren bir adam var.

37. senemi, birkaç hafta içinde uğurlamaya hazırlanıyorum ve her sene olduğu gibi bu sene de geçtiğimiz on iki ayın muhasebesini yaptım. Açıkça görülüyor ki -yine- bir sürü insanla tanışmışım, birçoğuyla yollarım ayrılmış, birçok sevincim ve üzüntüm olmuş, çok fazla okumuşum, binlerce kilometre yol yapmışım vs.
2019’un bana yaşattıklarını uzun uzun anlatmak istemiyorum çünkü konumuz bu değil.

Konumuz, yeniden filizlenen bir duygum (heyecan) ve bunun kaynağı (Adamım Hakan).
2019 boyunca ruhumu ve aciz benliğimi en çok heyecanlandıran insan, Adamım oldu.
11 yaşına yeni girmiş, acayip yakışıklı, zeki, en az bir rock yıldızı kadar havalı ve anlatacak bir sürü aşırı heyecanlı hikayesi olan bir adamdan bahsediyorum. (Evet, siz de heyecanlandınız, biliyorum ve size hak veriyorum.)

Pekâlâ… Takdir edersiniz ki insan ırkına ve onların, pusetlerdeki ya da yollardaki minik yavrularına karşı önlenemez bir sevgim ve sempatim yok ama bu adamda vazgeçemediğim bir olay var: Teyzelik güdülerim sayesinde harekete geçen iflah olmaz bir heyecan ve gurur.
Bu heyecanlı durumların, mazide kaldığını düşünerek bayağı yanılmışım; bunu, adamımın sınıfındakileri, sınav notlarını ya da dini hikayelerini dinlerken heyecanlanınca fark ettim (hayır, anlattıklarından heyecanlanmıyorum; ben, adamımın heyecanlanmasından heyecanlanıyorum. Enerji-sinerji döngüsü de diyebiliriz ki böyle deyince çok daha havalı oluyor).

Muhteşem bir teyze olduğumu iddia edemem çünkü Adamımın annesi -canım- Handeciğim (selam tatlım)ve babası -sevgili- Sinan (merhaba Sinancığım), bana oranla çok daha makul ve sakinler; onlardan sürekli bir şeyler öğreniyorum ve ne kadar çabalasam da onlar kadar şahane olamayacağımı biliyorum ama bildiğim bir şey var ki -süpersonik bir teyze olarak- Adamım için yapamayacağım bir şey yok. Bu inanç ve öz güven sayesinde kendimle ilgili farklı huy ve tavırları da keşfettim ama şimdi bunları ifşa etmenin gereği yok.

Adamımla ilgili hayaller de kuruyorum tabii ki… Mesela Türkçe konusunda bir duayen olması, NASA’dakilere fizik seminerleri vermesi, kedi evleri için tasarımlar yapması, masa tenisinde dünya şampiyonu olması vs.
Yok, hayır, tamamen uydurdum. Esasında adamımla ilgili kurduğum tek hayal; her zaman böyle orijinal, heyecanlı, özgür, analitik ve havalı olması. Gerisi, zaten Adamımın istemesiyle olacak şeyler… NASA düşünsün, benim bu konuyu irdelemek için zamanım yok.

-Benim gibi- çocuk sahibi olmamış, etrafında küçük bir çocuk kalmamış ya da çocuklarla iletişim kurmayı unutmuş herkese tek bir önerim olacak (önerimi beğenmeyen geri versin):
Gidin ve küçük bir insan sayesinde unutulmuş heyecanları, umutları ve küçük ama şahane hayalleri hatırlayın. Onunla zaman geçirin ve sıkıcı dünyanızı biraz renklendirin.

Gitmeden önce Adamım’a teşekkür etmek istiyorum. Sayesinde kutsanan ruhum ve O’nunla geçireceğim daha nice yıllar adına… Çok teşekkür ederim.

Daha fazla duygulanmasam iyi olacak.

Şimdilik bu kadar yeter.

3-7-21

Ey Aşk! Bana tek bir soru sor: “Nerede kalmıştık?”

Ben de sana cevap vereyim:
Beni tamamlamanda kalmıştık.
Toprağın altındayım. Beni, O’nun ruhunda -tekrar- doğurmalısın. Yeşermem lazım; kanım, etimi sulamalı. 

Çok eksiğim var. Güneşin doğuşunu, tek gözümle görmekten yoruldum. O’nun gözüne de ihtiyaç duyuyorum. Ama sadece bu kadar da değil!

Sana her şeyi anlatmalıyım, Aşk.

Kendimi kaybetmem, O’nun ruhunda kendimi bulmam.. her seferinde yollarımın yine O’na çıkmasına da ihtiyacım var.

Şimdi O’na “Kalbimin tam ortasındaki imparatorluğun hükümdarı sensin” desem, abarttığımı sanacak.. Pekâlâ, o halde sen -bir zahmet- şunu iletirsin: Hücrelerimin içinde ne işin var?
Hücrelerimin sakinleşmesine de ihtiya.. burada kesiyorum!

Benim aslında sana ihtiyacım var, Aşk! Ama sana da ancak, O’nunla ulaşabilirim.

O zaman tembelliği bırak, yanıma gel. Kalbimin-ruhumun kapısını aralık bıraktım. Zorlamana gerek yok.. yavaşça gir.

O’nun elinden tut ama.. O’nu da getir.

Bekliyorum.

Şimdilik bu kadar yeter.

Salıncak

Çiçekli dantellerden elbiseler giymiş süslü kızlar ve oldukça romantik erkekler, salıncakları ele geçirmişlerdi..
Hepsi o kadar eğleniyordu ki sıranın bana gelmesini heyecanla bekliyordum.

Çok uzun zaman bekledim. Beklerken sıkıldım ve -zamanın daha kolay geçmesi niyetiyle- parktaki kedilerle oynamaya başladım. Hatta bir koşu eve gidip defterimi ve kalemlerimi aldım. Döndüm, beklemeye devam ettim.

Çok uzun zaman bekledim.
Beklerken sıkıldım ve yazmaya başladım.
Yüzlerce sayfa yazdım. Yüzlerce kedi ile oynadım ama sıra bana gelmedi.
Beklerken fark ettim ki parktaki tek kıvırcık saçlı kız bendim. Belki de bundan dolayı, beni o salıncağa davet etmediler. Hepsi sallandı. Dans bile ettiler.

Ben de kedilerim, defterim ve kalemlerimle oynadım.

Ben parka gitmeliyim.

Şimdilik bu kadar yeter.

Kestane

Taksim Meydanı’nda hiç ağlamamışım meğer… Bugün fark ettim bunu.
O sırada yanıma gelen sokak çocuğuna, bir KitKat, bir de Dido hediye ettim.
O kadar mutlu oldu ki anlatamam.

Birkaç dakika sonra arkamdan yetişmiş; bana bu kestaneyi hediye etti. “Gülsene!” dediğinde, zaten gülümsüyordum.
“Ben kestaneyi hiç sevmem.” demedim; “Kestaneyi çok severim. Teşekkür ederim.” dedim.

Şimdi, hayatımda ilk kez bir kestane yemek üzereyim.

Şimdilik bu kadar yeter.

Beni rahat bırakın..

Sizden; beni anlamanızı, kabullenmenizi ve onurlandırmanızı beklemiyorum.
Uzun yıllardır, hayallerimde bile yalnızım ve bu, beni acıtmıyor.
Yaşadığım dünyaya ait olmadığımı fark ettiğimden beri, daha sakinim. Huzurla nefes alıyorum.

Bu huzur zamanlarımı katletmenizi sevmiyorum. Geçmiş zaman dilimlerinizdeki acı hatıralarınızın intikam alanı olarak, beni hedef almanızdan nefret ediyorum.
Ben, içinizdeki acıyı ve nefreti kusacağınız bir ırmak değilim. Dahası, ben zaten bir ırmak değilim.
Sessizce nefes almam, kininizi körüklüyor ve bunun da farkındayım.

Benim, kırılabilme özelliğine sahip, küçük bir kalbim var ve kalbimi kırmanızı istemiyorum. Çünkü kalbim kırıldıkça, daha çok yazıyorum ve bir süre sonra ellerim acıyor. Ellerim, kalbimden biraz daha büyük ama yine de acıyor.

Benden uzak durmanızda yarar var. Ben, sizin öfke fırtınalarınız sırasında üşüyorum ve bundan da hoşlanmıyorum.

Şimdilik bu kadar yeter.

Ben o kadar salak bir çocuktum ki..

Ben o kadar salak bir çocuktum ki eğer biri beni üzdüyse, bunun sadece saçlarımın farklı oluşundan kaynaklandığını düşünürdüm. Öyle ya, hiçbir arkadaşımın kitabını yırtmaz ya da oyuncağını kırmazdım.

Galiba büyüdüm ve -bence- üzüntülerimin en büyük kaynağı, halen kıvırcık saçlarım… Yoksa beni neden üzsünler ki değil mi?

Sizi sevmiyorum ama onları çok seviyorum.

Açık konuşmak gerekirse size kaçta uyandığımı, gözlerime yansıyan görüntülerinizin ne kadar bulanık olduğunu ya da kedileri neden bu kadar çok sevdiğimi anlatmayı hiç istemedim. Zaten anlatmadım da…

Yine açık konuşmak gerekirse tüm bunlardan ve daha fazlasından birkaç insanıma bahsettim.
Sizi sevmiyorum ama onları çok seviyorum.
Siz dediğim, insanların çoğu işte. Sen. Sen. Oradaki. Hatta şu karşıdan geçen. Bir de sen.

Şimdilik bu kadar yeter.

Konumuz, canımı sıkma sebepleriniz!

Sesinize ve görüntülerinize takılmak zorunda olmasaydım keşke…

Sıradan, samimiyetsiz ve çoğunlukla ikiyüzlü cümleleriniz yüzünden oluşan bu gürültü, canımı sıkıyor. Sırf bu sebeple kulaklarıma, müzik tıkıyorum. Bu çözümü bulduğumda henüz ergen bile değildim ve kulaklığım ve müzik kaynağım olmadan asla adım atmam ama konumuz bu değil.

Konumuz, canımı sıkma sebepleriniz! Etrafınıza karşı iyi, mutlu, sevgi dolu, değerli bir insan gibi görünmeye çalışmaktan yorulmadınız mı? Neden sürekli oyun oynuyorsunuz? Hayatınızın tek bir gününde bile ‘gerçek’ olmaya niyetlenseniz? Olmuyor mu? Olmuyor, evet. Hem zaten gerçek halinize kim ‘bakar’ ki? Yalnız gebermenin korkusuyla; aciz ve sefil tiyatrolarınızı sergiliyorsunuz. Birileri etrafınızda olmalı, size, ne kadar tatlı ve eşsiz bir insan olduğunuzu (muhtemelen yalan), dünyanın siz olmadan ne kadar da boş ve anlamsız olduğunu (kediler dururken üstelik) ve daha bir sürü yalan söyleyip durmalılar. Eh! Bugün onlar, yarın siz. Birbirinize -sırasıyla- övgüler düzmeli, tüm kutsal anlarınızı fotoğraflamalı ve paylaşmalı, dijital mektuplar yollamalısınız. Yoksa ne halt edersiniz!

Ah canlarım benim, hepiniz o kadar tatlısınız ki… Hepinize tek tek selam ederim.

Her neyse… Ben kim miyim? Boşverin beni. Küfürbaz, sevgisiz, soğuk, sessiz, sert ve oyun oynamayı beceremeyen gereksizin tekiyim. Size kendimi anlatmak istemiyorum çünkü konuşmayı sevmiyorum. Özellikle yabancılarla konuşmaktan hiç hoşlanmıyorum.

Gidip kedi sevmeliyim… Belki biraz da şarap içerim.

Şimdilik bu kadar yeter.