Bir de bakmışsın, Michel de Montaigne ile edebiyat tokuşturuyorum..

Seni, haftalar önce bıraktığım yerde yeniden bulmak öyle güzel ki… Na’ber? Bu arada, muhabbete başlamadan önce, senden kahve rica edebilir miyim, lütfen? (Kavanozun dibine kadar baktım ama zerre kahvem kalmamış.)
..
Pekala… Madem hazırız, konuya girebiliriz. Kendini övme/eleştirme derdi olmaksızın söylüyorum; beynimin bi’ değişik(?) koştuğunun farkındayım. Sana uğramadan az önce, kendimle ilgili yine oldukça değişik bir şeyi fark ettim: Ölüm olayının -önünde sonunda- gerçekleşeceği fikrini seviyorum. İnsanların büyük bir kısmının bundan rahatsız olduğunu kabul edersek konuyu “Yine ben ve yine benim bir tuhaflığım” diye özetleyebilirim… Evet, bunu yapabilirim.


Beynimde fırtınaların koptuğu, kalbimin türlü türlü duygularla coştuğu, konuştuğum, sustuğum, ağladığım, yazdığım milyonlarca dakikayı düşünüyorum. Her ne yaşayacaksam, bir gün hepsi sonlanacak. Bu, asla karşı gelemeyeceğim bir olay. O halde, olayın olumlu tarafını yakalamam lazım: İyi/kötü herkes ve her şey, benimle birlikte toprağa girecek. Yani demem o ki şu an kendimi -deli gibi- parçalamak yerine, yapabileceğim en iyi şey, tam da bu anı hissetmek. Sanırım bu kararı uygulamaya başladığım ilk zamanlardan beri, hayat daha kolay ve kabul edilebilir oldu. Sadece yaşadığım ana odaklandığımda, o an etrafımdaki her şey/herkes ve -tabii ki- hissettiklerim, çok daha gerçek, oldukça fark edilebilir şeylere dönüşüyorlar… Ciddiyim.

Örnekler dizisi: Güzel bir günse “Ay! Yarın bu tatil bitmiş, güneş gitmiş olacak!” demek aklıma bile gelmiyor ve sadece o ana odaklandığım için hakikaten daha da fazla eğleniyorum.. Bir sorun yaşadığımda ise “Bakalım, bu konuyu nasıl halledebilirim?” moduna giriyorum ve sanırım sakin kalmanın ödülü olarak sorunları daha rahat çözebiliyorum.
Ben, ölümün sadece bedene dair olduğuna ve ruhun, sonsuza kadar yaşayacağına inanan bir şahısım. Bu inanç, işlerimi daha da kolaylaştırıyor, biliyor musun? Şöyle ki -örneğin- haksızlığa uğradığımda “Pekâlâ, seninle zamanı geldiğinde nasılsa mutlaka hesaplaşacağız!” diyorum ve dosyayı -ileri bir tarihte açmak üzere- rafa kaldırıyorum. O an, beynimi nefret ile yormak ve sinirden duvarlara kafa atmak yerine, -mesela- kalbimi, Stevie Wonder’ın “Part Time Lovers” isimli muhteşem eseri ile coşturuyorum. Vallahi ne dert kalıyor, ne stres… “Sen zalimsen, ben de az serseri değilim be hayat!” diye boşuna söylemiyorum, anlayacağın.
Kendi dünyamdan çok bahsettik, sanırım biraz da seninle ilgilenmeliyim.. Sana “Her şeyi/ herkesi boş ver, ölümlü dünya işte!” diye arabesk bir yaklaşımla gelmediğimi çok iyi biliyorsun. Yalnız not almanda fayda var; -kimin dediğini şimdi hatırlamıyorum ama- hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak, ancak ahmakların işi. Bizler ölümlüyüz, kendimizi uzaya fırlatmamız, okyanusların altına siteler kurmamız ve hatta atom çekirdeği çitlememiz, hiçbir işe yaramayacak. Pasaportundaki vize süren bitince, gerekli evrakları teslim edip, gitmen gerekecek. Üzülme, bence çok daha iyi bir yer seni bekliyor ama o yere gidene kadar lütfen, hayatını gereksiz yere zehirlemek yerine; bavulunu güzel şeylerle doldur. Mesela benim bavulum; -daha şimdiden- derin mutluluk, aşk, kahve, pofuduk şeker, Bach senfonileri, patates kızartması, Beşiktaş’ımın golleri, sevdiklerimin sesleri, annemin börekleri ve şimdi sayamayacağım binlerce güzel şey ile dolu. Takdir edersin ki bavulumda tüm bunlar için son ana kadar yer var/olacak. Hadi sen de bavuluna bi’ çekidüzen ver, bence buna değer.


Pekâlâ, şimdilik bu kadar yeter. Gitmeliyim.


Yine görüşelim.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir